FELSEFE TOPLUM 

GÜNAHLARIN KEFARETİNİ MODERN YAŞAMA YIKMAK

Mükemmel sanat, doğanın bittiği yerde başlar.” – Marc Chagall

Derler ki uzun yola çıkanın nefesi de derin olmalıymış. Yol, insanı terbiye eder. Varmak için yola çıkılmazmış. Olmak için yola çıkılırmış. Yola anca düşülür, revan olunur. Çıkmak başka bir şeydir. Çıkmak mertebedir, evredir. Yol yolcuya, yolcu yola minnet ede ede yolculuğu tamamlarlarmış. Gönül ile gidilen yolda hakikate erme, hakikati arama beklenir. Bitmesin istersin, biterse “sen” olmazsın. Bitimsiz olmalı ki içindeki o kayboluş seni bulma umuduyla yanıp kavrulsun. Kendini kaybede ede bul ki beklediğin anlam ile bulduğun anlam arasındaki mesafe azalabilsin. Yol tıpkı bir değirmenin unu öğütmesi gibi, insanı öğütür. Öğütülen de ölmez; ama olur. İnsanın o bükülmez, katı olan yanlarını hayata sürte sürte eğirtir, seğirtir, kırmadan var eder.

İç âleminde;/ döne döne yan,/ yana yana kavrul,/ kavrula kavrula ol…

İnsanoğlunun, tarihsel süreç içerisinde maruz kaldığı ya da kendi ihtiyaç örüntüsü üstünden zorunlu olarak doğa durumundan çıkmayı kendine bir kurtuluş yolu olduğunu kavradığı günden beri huzuru yok. Doğadaki kendiliğinden şiddet ile insan aklı arasındaki eylem birliği bir denge kavramı oluşturmalıydı. Bir bakıma “dinsel faaliyeti” bu çatışma arasında uzlaştırıcı olarak meydana çıkarmıştır. Bu uzlaşmanın her kültürde farklı belirlenimleri olması inanç sistemlerinde daha alt kültürlerin oluşmasına neden olmuştur. Kültürün bu uzamında da birey kendi dünyasına, kendi iç yolculuğuna başlayıp kuraklaşan alanındaki yeşerme arzusuna kapılmıştır.

MODERNİTENİN YARATTIĞI GÜNAH GARABESİ

Modernite, Avrupa’da 17’nci yüzyıl civarında ortaya çıkan, zamanla tüm dünyaya yayılan toplumsal değerler sistemine ve organizasyonuna verilen isimdir. [1] Genel anlamda gelenek ile karşıtlık ve ondan kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşümü ya da değişimidir. Modernite, aklı ve insanı merkez olarak belirler, toplumsal yaşamı rasyonalize eder, “dini toplumsal yaşamda arka plana iter”. Öznenin ve özgürlük fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesi ve bunların tüm siyasal ve felsefi düşüncenin merkezi durumuna gelmesiyle anlamını bulur.

Din kapsamı geniş bir etkinliktir; kökeninde psikolojik bir olaydır. Kişinin yüce bir varlığın anlayış, sevgi ve koruyucu gücüne sığınarak yalnızlık, korku ve yetersizlik gibi duygulardan kurtulma, yaşamına anlam bulma gereksinimlerini karşılamaya, ona erinç ve doygunluk sağlamaya yönelik inanç ve tapınma biçimlerinden oluşur. Bu yönüyle din, insan doğasına özgü kimi köklü ‘ruhsal’ gereksinimleri yansıtmaktadır. Bir başka yönüyle din, kişilerin davranış biçimleriyle toplumsal ilişkileri düzenleyici kuralları içeren kurumsal bir dizgedir; belli bir ahlak geleneğini temsil eder. [2]

Bugün, özellikle kentleşme olgusu ve iletişim ağlarının yaratmış olduğu atmosfer ile yeryüzünde kimse kendini gerçek bir günahkâr gibi göremiyorsa bunu moderniteye borçludur. Bu yönüyle de modernite gelişmiş toplumlara günah kapısı açan “üretilmiş şeytandır”. Bu nedenle insan salt kendi iradesiyle günah işlemek istemez, onu günaha iten o kadar çok olgu vardır ki bunların büyük bir kısmı “çırılçıplak” ortada durmaktadır. İnsanın günaha karşı yaradılıştan gelen bir meyli vardır. Bu eğilim onu masum kılmaktadır. Tanrı, gökler âleminde onu affetmek için beklemektedir.

Tanrı inancı; doğa alanındaki tartışmaları, insanın tanrıcılığa inanmayı veya inanmamayı mantıklı bulup bulmadığına karar vermesi anlamında önemli bir rol oynar. Diğer bir önemlilik de “tanrı” kavramının kendisinin anlamlı olup olmadığıdır. Buna bağlı olarak ahlak yasalarıyla; kişinin ahlakıyla evrensel ahlak arasındaki benzeş ve çelişkilerin “irade”de düzenlenmesi için gerekli olan akıl, insanın sevap-günah terazisindeki görece farkını ortaya koymaktadır.

Diğer bir yanıyla da ahlakın kültürler arasındaki büyük oranda farklılıkları, insanoğlunun doğa karşısında kendi üretim-tüketim ilişkileriyle, tabiatın o toplum üzerinde oluşturduğu zor ya da kolay elde etme eylemine bağlı olarak değişmektedir.

Bu yüzden ahlakın yarattığı insan tipolojisinin iyilik yapma ya da iyi olma durumu bir bakıma kültürün ortaklaşmış bir sonucudur. Dinsel eylemden bağımsız olma gibi bir etkileşim, bir bakıma zor gibi görünmektedir. Dinsel eylemde kitle ile kurulmuş olan zorunlu bağın muhtemel mükâfatı olan “iyilik yapmayı” tamamen bir yasaya/zaruriyete bağlamaktadır.

Yani insanın iyilik yaptığı eğer bir yerlerde birileri tarafından kabul ve övgü görmüyorsa, bu eylemin kendi ruh dinamiği açısından pek bir yararı olmadığı sanrısına varabilecektir. Sırf bu yönüyle bile “iyilik-sevap” ya da “suç-günah” edinimi toplumda bir karşılık görme halinde anca bir anlam teşkil edeceği pek aşikârdır.

Din ve ahlak birbirinden kati ayrılamaz tümel bir öğreti mi, yoksa birbirinden tamamen farklı iki olgu mu olduğu uzun süreli bir tartışmadır. Şöyle ki Sokrates’in “İyilik iyi olduğu için mi tanrı tarafından emredilir, yoksa tanrı emrettiği için mi iyidir?” sorusuna kadar uzanmaktadır. İnsanlar arasında ahlak ve dinin birbirinden bağımsız olamayacağı yargısı, ahlakın soy kütüğünde birçok dinsel temanın olması gelmektedir.

Bu bağlamda, Tolstoy bir romanında, “Kendi iyiliğinden başka bir şey istemeyen insan kötüdür” diyerek bencil ve faydasız kimseyi kötü diye tanımlar. Diğer yandan, T. S. Eliot, “İyi birisi olmak, insanın kendisinden başka herkesin işine yarıyor” diyerek insanın kendi iyiliğine karşılık başkasının iyiliğini öncelemesi ise öznenin kendi durumuna karşı oluşturduğu koruma alanının aslında bir yalnızlaşma ve tükenme olduğu gerçeğini de biçimlendiriyor. Kimse kendi meleğinin bir başkasının omuzlarına konmasını istemiyor bu dünyada. Oysa bilinen faydalı dört melek var. Bu da kimseye kâfi gelmez.

Ama ne var ki kendi kaderimizi yapabilme konusunda özgür olduğumuzun tam bilincine varsak ve bu bilinci tüm topluma mal etsek bile, kaderimizi dayayabileceğimiz tek bir ahlaksal ilke, tüm insanları birleştirecek tek bir yaşama ilkesi bulmak yine de olanaksızdır. Çünkü yaşam nefsin prangasından kurtulamayacak kadar geniş bir yelpaze üzerinde kuruludur. Geleceğin belirsizliği, ölüme bağlanan inanç ile hazzın içinde olduğu o ölümsüzlük arzusu bu kaotik çelişki bizi tam ve kesin bir yaşam biçim birliği sözleşisine vardırmıyor. Normlara bağlı kolaylama ile öznelliğin verdiği cesaret arasındaki kapanda sıkışmış birey için mutsuzluk, acı, keder, sevinç ve hazdan daha müşterek bir duygu gibi gözükmekte.

KAYNAKÇA:

  • [1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Modernite#
  • [2] Yıldırım, Cemal, ‘Felsefe Açısından Bilim ile Din’, Felsefe Tartışmaları, 1987, 1 (s.87).

|

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar